Wednesday, April 18, 2007

The Catcher In The Rye - J. D. SALINGER

"The mark of the immature man is that he wants to die nobly for a cause, while the mark of the mature man is that he wants to live humbly for one."

J. D. SALINGER
The Catcher In The Rye

Tuesday, April 10, 2007

YAPIŞAN DÜŞÜNCELER

YAPIŞAN DÜŞÜNCELER

Kitap tanıtımlarına giriş

Alman Nazileri tarafından toplama kampı veya gaz odasında ölüme götürülmemek için Yahudi ailelerin bazıları Avrupa’dan Amerika’ya kaçabilmişti II. Dünya savaşı sırasında. Reader’s Digest adlı Amerikan aile dergisinde okumuştum… Yaşlı bir Amerikan Yahudisi bayan 40’lı yıllardaki küçüklüğünde ailesi ile birlikte Almanya’dan nasıl kaçtığını anlatıyordu…

Nazi’lerin çok yaklaştığı sırada, Yahudi aile bir çiftlik evinin bodrumundan yapılmış sığınakta saklanmak zorunda kalır. Uzun süre yemek, uyku ve tuvalet ihtiyaçlarını hep aynı kapalı mekanda gidermek zorunda kalacaklardır… Küçük kızın babası Naziler gelmeden önceki bir kaç saat içinde onu son bir defa bahçeye çıkartır… Ona “Bak, şimdi son bir defa bu bahar kokusunu kokla, temiz havayı içine çek! Onu küçük küçük paketler yapıp cebine koy… İçeride kalacağımız süre boyunca canın sıkıldığında o küçük paketleri tek tek aç, bu anı, bu temiz havayı hatırla!” der.

Gerçekten kişinin depresif olduğu ya da uyku uyuyamadığı durumlarda psikologların tavsiye ettiği bir kişisel mücadele şeklidir, geçmişte yaşadığınız güzel bir anı kafanızda canlandırmak… Uzmanı değilim ama tekrar tekrar gözüme çarpan bir olgu, Yahudi kültürünün gerçeği kavramaktaki ustalığı. Bu ustalık bazen çok kısa vadeli ve kişisel amaçlı olarak kullanılabildiği gibi bazen de atom bombasını yapan bilim adamı grubundaki bazı yahudilerin yaptığı gibi, atom bombasının tek kişinin elinde olmasını engellemeye cüret edebilecek, onu Rus tarafına sızdıracak, çılgınca bir cesarete dönüşebiliyor zaman zaman…

Mısır firavunlarının zamanından, binlerce yıl öncenin sağduyusundan gelip, binlerce yıl sonraki kendi varlığını ve dolayısıyla insan varlığını korumaya cesaret edebilen bireylerin kültürü… Levanten kültürü, Ceneviz denizcilik becerisi, iletişim ustalığı, seyrüsefer yeteneği, küçük bir mekanda, gemide korkunç dalgalara ve bilinmeyene karşı yol alan bir ekibin psikolojisi, ticaretin insan halinden anlama yeteneği…

Ülkemizin Avrupa Birliğine yaklaştığı bir dönemdeyiz. Üstelik, eskisi gibi yalnızca faydacı bir anlayıştan öte, Avrupa kültürünün bir parçası olmak, onu da kendimizin bir parçası yapmak iddiası bile söz konusu… Bu durumda, gözümüze ilişen her güzel taşı kapıp çantamıza koymak yerine, aldıklarımızı biraz incelememiz, bunlar nereden gelmiş, nasıl gelişmiş, neyin devamı olarak ortaya çıkmış diye biraz sorgulamamız gerekmez mi?


İnsan gerçeği tektir… Her şeyin başlangıcı insandır. Ama her kültür birbirinden farklıdır. Basit bir diferansiyel denklemin bile farklı başlangıç koşulları vardır. O denklemin çözümü, başlangıç anında nerede olduğunuza, başlangıçta seçtiğiniz yöne, başlangıç hızına ve hangi güçle o işe giriştiğinize bağlıdır. Dikkat edilirse insan kültürü de bu denklemlerden oluşmuş canlı-dinamik bir sistemden çok farklı değildir…

Avrupa kültüründen faydalanırken ona katkıda bulunan Yahudi ticareti, Ceneviz denizciliği, Yunan felsefesi gibi kültürel değerleri ve bunların etkilerini iyi tartabilmek gerekir… Bunu sağlıklı yapabilmek, Avrupa kültürünü anlayabilmek ve ona katkıda bulunabilmek için de kendi kültürümüzü, dinimizi çok iyi bilmek ve anlamak gerekir.

Avrupalı dostlarımız, herkese farklı görünür der ama insan gerçeği tektir. İnsan doğar, yaşar, ölür… Belki insan kültürünün başlangıç noktaları aynıdır ama başlangıçtan bu yana geçen binlerce yıl düşünüldüğünde, kültürün dinamik denklem sisteminin birden çok doğru cevabı vardır. Batıda her gördüğümüz doğru bize ait her şeyin yanlış olduğu anlamına gelmez. Kendi yanlışlarımızı bulup düzelttiğimiz her durumda da, Batı’nın bunu görüp doğru değerlendirebilmesini beklememiz çocukça bir yaklaşım olur. Önemli olan kendimiz için, kendimize uyanı, kendimize yakışanı, bize yaraşan şekilde yapmaktır.

Bu yazım ile birlikte gerek Batı’dan gerek Doğu’dan çeşitli kitap tanıtımlarına başlayacağım. Bunlar arasında Thucydides’in Peleponnes Savaşı, Çin’den Sun Tzu’nun Savaş Sanatı, Gershon Winkler’in Kabbalah 365, Tibet Budizmi, Bury’nin Yunan Tarihi, Akurgal’ın Hitit Tarihi, Heredot Tarihi, İspanya’dan Gracian’ın Sağduyu Sanatı gibi kitaplar olacak… Ayrıca Mevlana’dan Mesnevi, anonim Kutad Gubilig, Dede Korkut Hikayeleri gibi kaynaklara da değinmek niyetindeyim… Bu hafta Ankara Fen Lisesinden dostum San Diego’da psikiyatrist profesor Mehmet DOKUCU’nun tanımama vesile olduğu NPR National Public Radio – Amerikan Milli Halk Radyosu’nda dinlediğim bir internet programından bahsetmek istiyorum… Bu program son haftalardan birinde “Yapışan Düşünceler” adlı bir kitabın tanıtımını yaptı. Programi dinledikten sonra editörümüz, ağabeyim Niyazi Bey ile de üzerinde konuştuk. Sonuçta Niyazi internetten kitabın bir kısmının manuscriptini buldu ve benim bu yazıyı yazmamı ısrarla istedi. İşte bu manuscriptin kısa bir özeti…

Ali Rıza SARAL

‘Yapışmak İçin Yapılmış’ - Made To Stick
Neden Bazı Düşünceler Kalır Diğerleri Ölür?
Chip and Dan HEATH
Random House
New York
Sık sık iş seyahatlerine çıkan bir tüccar akşam otel odasında sıkılmış bara inip bir içki içmiş. Daha sonra barda tanıştığı bir bayan ile sohbet etmeye başlamış. Bayan kendisine bir içki ısmarlamayı teklif etmiş daha sonra içkileri kendi eli ile bardan alıp getirmiş. İş adamının daha sonra hatırladığı ilk şey odasında buz dolu bir banyo küvetinde uyandığı... Küvetin kenarına bırakılmış notu okuduğu… Notta hemen ilk yardıma telefon etmesi ve kuvetin içinde sakin sakin beklemesi gerektiği yazılı… Ayrıca elini sırtına doğru götürürse bir sonda bulacağı çünkü böbreklerinden birinin çalınmış olduğu…

Bu böbrek hırsızlığı hikayesi yapışıcı… Çünkü bunu anlıyoruz, ezberliyoruz ve başka birine tekrar anlatabiliyoruz… Ve eğer doğru olduğuna inanırsak davranış biçimimiz kalıcı olarak değişmiş olabilir – en azından çekici yabancıların içki tekliflerini doğru değerlendirmek konusunda…

Bazı düşünceler kendi yapısı gereği ilgi çekici, bazıları ise içsel olarak ilgi çekici değil… Doğuştan veya yetiştirerek ikilemine göre – düşünceler ilginç olarak mı doğar yoksa geliştirilebilirler mi? Dünyada başarılı olmaları için düşüncelerimizi nasıl geliştiririz? İyi düşünceler bu dünyada başarılı olmakta güçlük çekiyorlar. Peki, doğru, değerli bir düşüncenin anlattığımız gibi gerçek olmayan bir hikayenin etkinliği ile dünyayı dolaşmasını sağlamak mümkün mü?

Günlük hayatımız ilginç fakat duygusal olmayan, gerçek ama kafayı darmadağın etmeyecek, önemli fakat ‘ölüm kalım meselesi’ olmayan düşüncelerle dolu… Düşünceleriniz kendi yetenekleri üzerinde kendi başlarına durabilmeli… Yapışmaktan kastımız düşüncelerinizin anlaşılır ve ezberlenebilir ve uzun ömürlü bir etki sahibi olması – izleyici kitlenizin düşüncelerini ve davranışlarını değiştirmesi… “Tuzu verir misiniz” sözünün hatırlanabilir olması gerekmez… Yani her düşüncenin ‘yapışıcı’ olması gerekmez.

İletişim üzerine tavsiye aldığımızda, dik durmak, göz temasını korumak, uygun el jestleri yapmak, söyleyeceğiniz şeyi prova, prova, prova, söylediğiniz şeyi tekrar, tekrar, tekrar, gibi teknikler defalarca hatırlatılır… Fakat konuya yapılan vurgunun zayıflığı dikkat çekicidir… Bir öğretmen etkin konuşmayı bilir – vücut durma şekli-posture, telaffuz ve göz teması… Amacı açıktır, izleyici açıktır, biçim açıktır… Fakat eğer mesajın kendisinin tasarımı yetersiz ise başarılı olamaz o öğretmen…

Doğal olarak yapışan fikirlere bakarsak efsaneler, savaş zamanı dedikoduları, atasözleri, komplo teorileri ve şakaları görürüz. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” atasözü 55 dilde de vardır. Bu düşünceler niye yapışkan? Neyin yapıştığını anlamak ve araştırmak gerekir... Beklenmedik tehlike… Hikayenin temel duyguları tetiklemesi – korku, iğrenme… Hiç beklenmeyen bir sonuç… Elle tutulur somut detaylar…

- Basitlik: Düşüncelerimizin temel anadüşüncesini nasıl buluruz? Bir düşünceyi en yalın haline indirgemek için sürekli neyin önemli olduğunu belirlemeliyiz. Basit ve dolu dolu düşünceler bulmalıyız… Bir cümlelik bir ifade bir insanın uygulayabilmesi için bir ömür harcayacağı bir dolulukta olmalı…
- Umulmamışlık: İnsanların düşüncelerimizi dikkate almaları ve düşüncelerin anlaşılması zaman alırken onların ilgilerini sürdürmeyi nasıl beceririz? İnsanların beklentilerini kırmamız gerekir. Sezilebilir olmamamız gerekir. Şaşırtabiliriz – böylece insanların uyanıklığını arttırıp dikkatlerini toplayabilir – ilgilerini yakalayabiliriz… İlgi ve merak uyandırmalıyız. İnsanların bilgileri dahilinde boşluklar yaratıp bunları teker teker doldurarak onların meraklarını uzun bir zaman canlı tutabiliriz.
- Elle tutulabilir, somut oluş: Düşüncelerimizi nasıl açık ve kolay anlaşılır yapabiliriz? Düşüncelerimizi insan hareketleri ve duyuları cinsinden açıklamalıyız. Doğal olarak yapışkan düşünceler buz dolu küvet gibi somut şeylere dayanır çünkü beyinlerimiz somut şeyleri hatırlayacak şekilde yaratılmıştır. Atasözlerinde soyut gerçekler genellikle somut bir dil ile ifade edilmiştir.
- İnanılabilirlik: İnsanların bizim düşüncelerimize inanmasını nasıl sağlarız? Yapışan düşünceler kendi inanılırlıklarını taşımalı…
- Duygular: İnsanların düşüncelerimizi ciddiye almalarını nasıl sağlarız? Onların bir şeyler duymalarını sağlayarak. Biz insanlar bir şeyler duymak için yaratıldık, soyutlamalar için değil… Düşüncemize hangi duyguyu bağlamak gerektiğini belirlemek işin zor yanı burada…
- Hikayeler: İnsanların düşüncelerimiz üzerine harekete geçmesini nasıl sağlarız? Hikaye anlatırız. İtfaiyeciler eski hikayelerini defalarca anlatır dururlar, bu yüzden daha zengin bir kritik durum ruhi kataloğuna sahiptirler. Bilimsel araştırmalar göstermiştir ki bir durumu zihinsel olarak tekrar etmek o durumla gerçek ortamda karşılaştığımızda davranışlarımızın daha başarılı olmasını sağlar.

Bir düşüncenin yapışmasını sağlayan altı koşul bunlardır fakat dünyada ehliyetli ‘düşünce yapıştırıcı uzmanı’ diye bir şey yoktur… Ayrıca madem bu kadar basit niye dünyadaki her düşünce yapışıcı değil? Bu hikayede bir de cani var ne yazık ki… Bu caninin ismi ‘Bilginin Laneti’…

1990’larda yapılan bir araştırıda bir grup kişiye 120 şarkının ritmlerini elle vurdurtmuşlar. Diğer grup ta bunları dinleyip hangi şarkılar olduğunu çıkartmaya çalışmışlar… Yalnız 2-3 tanesini bilebilmişler… Elle ritm vuran kişi, yani tıklatıcı şarkıyı kafasında duyar. Tıklatıcı olmak zordur. Tıklatıcılar şarkı adı verilerek, dinleyicilerin duyamayacağı bir şeyi, şarkınn ezgisini kafalarında duyup elle tıklatacak bilgiye sahip kılınmışlar… Şarkı ritmini tıklatırken, dinleyicilerin kopuk kopuk tık sesleri duyduklarını hayal etme imkanları yok… Çünkü kendileri o ritmleri tıklatabilmek için ismi kendilerine verilen şarkıyı kafalarında canlandırmak zorundalar… İşte bu ‘Bilginin Laneti’… Ne kadar çok bilgi edinirsek bilgimizi başkaları ile paylaşmamız o kadar güçleşir, dinleyicilerimizin ruh haletini canlandırmamız imkansız hale gelir.

‘Bilginin Laneti’ni yenmenin iki yolu vardır… Hiç öğrenmemek ya da düşüncelerimizi alıp onları dönüştürmek…